Tarih denen anlatı, hep belirli bir sırayla öğretildi bize: Önce insan avcı-toplayıcıydı, sonra tarımı keşfetti, yerleşik hayata geçti, ardından artık ürün ve iş bölümüyle birlikte 'uygarlık' doğdu. Bu, adeta kutsal bir dogma gibi zihnimize kazındı. Sonra, Şanlıurfa'nın kavurucu topraklarında, Göbeklitepe çıktı karşımıza ve bu düz çizgiyi baştan aşağı yeniden yazmamız gerektiğini fısıldadı. Bu sadece bir arkeolojik keşif değil; bizim 'ilerleme' ve 'uygarlık' hakkındaki en temel hikâyelerimize vurulmuş çok güçlü bir darbedir.
Tapınakların Gölgesinde Kalan Yerleşim: Hiyerarşi ve İktidarın İlk İzleri
Göbeklitepe, M.Ö. 9600 gibi insanın aklını donduran bir tarihte, henüz ne tarım varken ne de yerleşik köy yaşamı yaygınken, devasa T biçimli sütunları, işçiliği ve organizasyonuyla yükseliyordu. Geleneksel anlatıya göre bu imkânsızdı. Peki, bu kadar insan nasıl bir araya geldi, nasıl beslenildi, bu dev yapılar kime, neye hizmet ediyordu?
İnşa, bir iktidar aracı olabilir mi?
Burada, avcı-toplayıcı grupların, henüz bir kral veya merkezi yönetim olmadan, inanç veya başka bir ortak amaç uğruna organize olduğunu düşünüyoruz. Peki ya bu organizasyon masumane miydi? Bu devasa yapıların inşası, topluluk içinde ilk uzmanlaşmaları, ilk 'yapmak zorunda bırakılmaları' ve dolayısıyla ilk gizli hiyerarşileri doğurmuş olamaz mı? Belki de uygarlığın temelindeki tahakküm, bir sınıfın diğerini yönetmesi değil de, bir fikrin (inanç, ritüel, amaç) kitleleri büyük işlere sevk edebilme gücüyle başladı. Göbeklitepe, iktidarın tapınaklarda, anıtlarda somutlaşmaya başladığı ilk mekânlardan biri olarak okunabilir.
Arkoloji Penceresinden Göbeklitepe: Doğa-Anıt-İnsan Dengesi
Bir arkoloji gözüyle baktığımızda, Göbeklitepe sadece taştan bir yapılar bütünü değil; insanın doğayla kurduğu ilişkinin radikal bir dönüşümünün simgesidir. İnsan, artık sadece doğanın bir parçası olarak yaşamıyor, onu dönüştürme, ona müdahale etme ve kendi sembolik dünyasını fiziksel dünyaya kazıma iradesini gösteriyor.
Sürdürülebilirliğin ilk ihlali mi?
Bu devasa yapılar için gereken kaynakları düşünün: Taş ocakları, taşıma süreçleri, inşaat sırasında kullanılan ahşap iskeleler... Bu, insanın doğal çevresini organize bir şekilde, büyük ölçekte tüketmeye başladığı ilk anlardan biri olarak yorumlanabilir. Bugünün betonlaşmış, doğayı yutmakta sınır tanımayan kentlerinin uzak, ama anlamlı bir başlangıcıdır belki de. Göbeklitepe bize şunu sorar: İnsan, sembolik dünyasını inşa ederken, ekolojik dünyayla olan bağını ne zaman ve nasıl koparmaya başladı? Bu, sürdürülebilir olmayan bir yaşam modeline geçişin ilk kıvılcımı mıydı?
Toplumsal Tahayyülümüzdeki Yeri: Tarih Yeniden Yazılırken
Göbeklitepe, bize tarihin ilerlemeci, determinist (belirlenimci) okumasının büyük bir yanılgı olduğunu gösterdi. Tarih, düz bir çizgi değil, dallanıp budaklanan, beklenmedik patikaları olan bir ormandır. Bu keşif, Batı merkezci uygarlık tarihini de derinden sarsmıştır. "Medeniyet" Mezopotamya'dan Yunanistan'a oradan Avrupa'ya akan bir nehir değildi sadece. Anadolu toprakları, insanlık macerasının en önemli ve sıra dışı sahnelerinden birine ev sahipliği yapmıştı.
Kolektif belleğimiz ve aidiyet
Göbeklitepe, bize ait olan bu kadim ve sıra dışı miras, Türkiye'deki kentleşme politikalarımızla nasıl da tezat oluşturuyor. Binlerce yıl önce insanlığın ortak mirası için bu denli ince işçilikle, uzun vadeli bir vizyonla çalışan atalarımızın torunları olarak, bugün neden kentlerimizi rantsal dönüşümün, beton yığınlarının, doğanın katlinin kısa vadeli çıkarlarına kurban ediyoruz? Göbeklitepe, sadece geçmişe değil, bugüne dair de bir ayna tutuyor: Vizyonumuzu ve kolektif estetik anlayışımızı ne yitirdik?
Göbeklitepe, sadece arkeologların değil, hepimizin üzerine düşünmesi gereken bir miras. Uygarlık dediğimiz şey, gerçekten de tarım ve yerleşik düzenin bir sonucu muydu, yoksa inanç, ritüel ve kolektif bir araya gelme arzusu gibi daha karmaşık, daha manevi ihtiyaçların tetiklediği bir sürecin ürünü müydü? Bu taşlara baktığımızda, günümüzün hızla tüketen, doğadan kopuk, eşitsizlik üreten kentlerini de yeniden sorgulamalıyız. Belki de cevap aradığımız sürdürülebilir ve anlamlı bir gelecek, Göbeklitepe'nin bize fısıldadığı gibi, insanı merkezden alan, doğa ve kolektif bilinçle uyum içinde kurulacak yeni bir 'arkoloji'nin temelinde yatıyor. Göbeklitepe bir sonuç değil, yepyeni bir başlangıcın sorusudur.
























