Cebimizdeki bozuklukların sayısı azalırken, zenginlerin servetindeki sıfırların sayısı artıyorsa, bu bir tercihin sonucudur. Enflasyon karşısında eriyen maaşlar, zam kuyruklarında geçen ömürler, gelecek kaygısıyla dolu gençlik... Tüm bunlar, uygulanan ekonomi politikalarının merkezine "insanı" değil, "rantı" koyduğunun en acı kanıtı. Bugün, bu topraklarda ekonomi neden emekçinin alın terini değil de, sermayenin iştahını koruyor, sorgulama zamanı.
Halkın Cebi, Sistemin Rantı: Politikalar Kime Hizmet Ediyor?
Ekonomi denilen bu olgu, teknik jargona boğularak halkın anlayamayacağı bir labirente dönüştürüldü. Oysa gerçek çok basit: Bir sistem, kimi ödüllendiriyorsa, asıl olarak onun çıkarlarını koruyor demektir. Türkiye'de son dönemde uygulanan faiz politikaları, dolarizasyon karşısındaki tavır ve enflasyonla "mücadele" adı altında yapılanlar, doğrudan emekçi sınıfın satın alma gücünü hedef alıyor. Ücretler enflasyon karşısında erirken, yüksek faizle borçlanan ya da döviz cinsinden varlığını koruyan sermaye sahipleri kârlarına kâr katıyor. Bu bir yan etki değil, sistemin ta kendisidir.
Gençlik ve Emekçi: Sistemin Görünmez Mazlumları
Bu politikalardan en çok etkilenen kesimlerin başında gençler ve emekçiler geliyor. Üniversite bitirmiş, donanımlı bir genç, asgari ücretle çalışmaya razı olmak zorunda bırakılıyorsa, burada bir adaletsizlik var demektir. Emeklilik hayali kurarken ikinci bir işte çalışmak zorunda kalan emekçi, sistemin onun için çalışmadığını her gün hissediyor. Konut fiyatları, araba fiyatları, temel gıda fiyatları... Tümü, sıradan vatandaşın ulaşamayacağı seviyelere çıkmış durumda. Bu, bir fiyat istikrarsızlığından ziyade, gelir dağılımındaki çarpıklığın en yakıcı göstergesidir.
Demokratik Değerler ve Ekonomik Adalet İlişkisi
Ekonomik adalet, demokratik bir toplumun olmazsa olmazıdır. Vatandaşın temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı, gelecek kaygısı taşıdığı bir ortamda, demokratik katılımdan ve özgür iradeden söz etmek güçleşir. İktidar, ekonomik sıkıntıları bahane gösterip otoriterleşme eğilimine girebilir. Oysa gerçek demokrasi, vatandaşın karnının tok, geleceğe dair umudunun yeşerdiği ortamlarda filizlenir. Ekonomi politikalarının emekçiyi değil de zengini koruması, sadece bir gelir dağılımı sorunu değil, aynı zamanda demokratik geleceğimizi de tehdit eden bir meseledir.
Bu tablo değişmek zorunda. Değişmeli çünkü bir ülkenin gerçek zenginliği, bankerlerin kasalarında birikenlerde değil, emekçinin alın terinde, gencin umudunda, çiftçinin tarlasında saklıdır. İktidarın "istikrar" naraları, halkın cebinde istikrarsızlık olarak dönüyorsa, burada ciddi bir yanlış var demektir. Sessiz kalmak, bu çarpık düzene ortak olmaktır. Bizler, gençler, emekçiler, aydınlar... Hepimiz, ekonomi politikalarının merkezine insanı koyan, adil, şeffaf ve halkçı bir ekonomik model için sesimizi yükseltmek zorundayız. Unutmayalım; bir lokma ekmeğin, bir çocuğun eğitim hakkının, genç bir bireyin gelecek umudunun olduğu yerde, mücadele bitmez. Bu, sadece bir ekonomi talebi değil, aynı zamanda demokratik bir varoluş mücadelesidir.
























