Mimarlık, yalnızca bina inşa etme sanatı değildir; insanın düşünce biçiminin, dünya görüşünün ve değer sisteminin somutlaşmış hâlidir. Fakat modern çağda mimarlık, iki uç arasında gidip gelen bir salınıma sıkıştı: objektivizm (nesnelcilik) ve subjektivizm (öznelcilik). Bu iki kavramın arasında, hem toplumun hem de insanın ruhu sıkışmış durumda.
Objektivizm aklın, ölçünün ve düzenin hâkimiyetini savunur. Subjektivizm ise insanın duygularına, kültürel bağlamına ve bireysel algısına vurgu yapar. Biri aklın inşasıysa, diğeri kalbin dokunuşudur. Mimarlık, bu iki dünyanın buluştuğu en hassas kesitte var olur. Fakat günümüz şehirlerinde bu denge büyük ölçüde kaybolmuştur.
Nesnel Aklın Soğuk Mimarisi
Modern mimarlığın “rasyonel” tarafı, ölçü ve işlevselliği merkeze aldı. Le Corbusier’nin “ev bir yaşama makinesidir” sözü bu anlayışın özüdür. Her şey planlı, hesaplı ve simetriktir; ama bir o kadar da soğuk.
Bu anlayışın şehirleri kusursuzdur, fakat insana dokunmaz. Beton bloklar arasında yaşayan insan, düzenin içinde ama anlamın dışında kalır.
Öznel Duyguların Dağınık Dünyası
Subjektivizm bu soğuk düzenin karşısına duyguyu, farklılığı ve yerelliği koydu. Postmodern mimarlık, herkesin kendi ifadesini yansıtabileceği çoğulcu bir alan sundu. Ancak özgürlükle birlikte kaos da geldi. Ortak estetik ve toplumsal ölçü ortadan kalktı. Her bina kendi hikâyesini anlatmaya çalışırken şehir, bir bütün olarak konuşamaz hâle geldi.
Yuvalık Duygusunun Çöküşü
Bir zamanlar ev, sadece barınma alanı değil; aidiyetin, maneviyatın ve huzurun mekânıydı.
Geleneksel Türk-İslâm evi, aileyi merkeze alır; iç avlusu, sofası, doğayla kurduğu bağıyla bir yaşam felsefesi taşırdı. Bugünün apartmanları ise o felsefeyi unutturdu.
Ev artık bir yuva değil, “metrekare”ye indirgenmiş bir yatırım nesnesi.
Komşuluk bitti, kuşaklar ayrıldı, misafirlik kültürü yok oldu. Evler, insanı koruyan sığınak olmaktan çıkıp, ruhu boğan kutulara dönüştü.
Denge Arayışı
Gerçek mimarlık, aklın ürünü olduğu kadar, ruhun da ifadesidir.
Objektivizm olmadan kaos, subjektivizm olmadan anlamsızlık doğar.
Mimarlığın yeniden insanileşmesi, bu iki gücün barışmasıyla mümkündür.
Bir yapı yalnızca sağlam değil, anlamlı olmalı; sadece dayanıklı değil, duygulu olmalıdır.
Bugün mimarlığın önündeki asıl görev, gökdelenler inşa etmek değil; “yuva duygusunu yeniden inşa etmek”tir.
Çünkü şehir, sadece betonla değil, ruhla da ayakta kalır.
Ve insan, yalnızca evinde değil, anlam bulduğu mekânda yaşar.
Son söz:
Mimarlık artık yalnızca bir meslek değil, bir vicdan sınavıdır.
Akılla tasarlanan ama kalple inşa edilen bir dünya kurulmadıkça, şehirler yükselir ama insan alçalır.
























