Dikkat: Spoiler içerir.
"Hayat" filmi 3 saat 12 dakika ve Zeki Demirkubuz'un en uzun metrajlı filmi. Kendisi de bu konuda aslında hiç 90 dakikalık film yapamıyorum diye yakınıyor.
"Hayat" filmini gösterimden kaldırılmadan sinema salonunda seyretmeyi tercih ettim çünkü filmi evde izlersek dikkat dağıtacak kadar uzun ve bana göre; sinema da izlemek iyi bir fikir. Hem dram filminin ağırlığını alıyor hem de odaklanmak kolaylaşıyor.
Vizyondan kaldırılmadan gösterilen son salon olduğu için seyirci kalabalığı hoşuma gitti ve bu iyi hissettirdi. Daha önce “Kuru otlar üstünde” filmini izlerken salonda ben dahil üç kişi olması can sıkıcı gelmişti. Bu sefer kalabalık seyirci reaksiyonları, güldükleri sahneleri, tepkileri daha iyi gözlemlememi sağladı.
Bu filmin başlangıç hikayesi çok eskiye dayanıyor. Katıldığı bir programdan öğrendiklerime göre; Zeki Demirkubuz 1980 darbesi sonrasında içeri alınıyor, üç yıl hapis ve işkence hayatından sonra iş için Merzifon'a gidiyor. Orada hapishane hücresinden bile daha kötü bir motelde geceyi geçirip, dönüş sabahı beklediği durağın tam karşısında bulanan bakkalda çalışan güzel bakışlı kadını hala unutamadığını anlattı ve o an; filmin esin kaynağı, o bakışmalarda gizli. Minibüsün gelip onu aldığı, bakışmaların sona erdiği yerde bu filmin hikayesi başlamış ve yine bir gün o hikâyeyi yazacağını, başka bir filmin daha geleceğini yönetmenin kendisi dile getiriyor. İlaveten; kendi sözleri,
“Hayat 34 yıl sonra (bir) anıdan, sonrasında yaşadığım, tanık olduğum, dinlediğim benzer hikâyeler ve gözlemlerden yola çıkarak yazdığım; bir grup insan arasında geçen bir gençlik ve aile draması gibi görünse de, temelde insanın yazgısı ve bu yazgı karşısındaki çaresizliği ile ilgilenen, ne yapılırsa yapılsın bir türlü̈ geçmeyen ve geçmeyecek olan ‘imkansızlık duygusuna’ dair eski bir hikayedir.” Zeki Demirkubuz
Gelgelelim filmin konusuna;
Sinop’ta yaşayan Hicran (Miray Daner) evlenmek istemediği için evden kaçan bir genç kız ve onun peşine düşen eski nişanlısı Rıza’nın (Burak Dakak) İstanbul’da bir kayıp aranıyor hikayesi diyebiliriz. İşin aslı Müge Anlı programına katılan kötü yola düşen birçok kadının hikayesi gibi...
Film, nişan atıldıktan sonra evin içeresinde dede (Osman Alkaş) ve torunun (Burak Dakak) diyaloğu ile başlıyor. Rıza nişanda iade edilmiş hediyeleri eline almış incelerken kırmızı bir geceliği tutarak:
-E dede bu böylemi oluyor? Öküz öldü ortaklık bozuldu mu? diye soruyor.
O Sahnede Rıza'nın umursamaz ve bu durumdan pek etkilenmemiş görünmesine rağmen filmin ortalarında neden istenmediğini kıza sormak ve yüzüne bakarak kendisinden duymak için bir kor düşüyor yüreğine. Rıza, dedesi ve amcası bir ekmek fırın işletiyorlar. Seyirciye hamurun yapılışını, ekmeğin şeklini, fırına gidişine kadar izlettiriyor yönetmen. Rıza bir sabah dedesini atlatıp sabahın köründe İstanbul’un yolunu tutuyor. Burada iki öğrencinin kaldığı evde üniversite okumayan ve okuyormuş gibi rol yapan sözde üniversiteli bir genç var. Kahvaltı sofrasındaki diyalog ve monologları salonun sesli gülmesine sebep oldu. o metin çok iyi yazılmış. Oradan bir cümle "Burası Türkiye herkes inanmak istediğine inanır."
Rıza’ nın dedesi (Osman Alkaş ) filmin bence ön önemli karakteri ve oyuncuğunu en çok beğendiğim kişi oldu. 2 ay sonra torunun peşine gelen dede onu ikna edip Sinop’a birlikte dönmek niyetindedir. Ve torununa hiç bahsetmediği bir sırrı anlatır. Rıza ilk o zaman annesinin aşkı için intihar ettiğini öğrenir ama kararından emin, geri dönmez yolundan. Dede son kez;
"İki aydır İstanbul’da seni sevmeyen, seni istemeyen, sevgisini senden esirgeyen bir kadının peşinden koşma artık." diyor
Dedenin anlattığı sır ters tepiyor ve Rıza takıntılı bir aşığa dönüşüyor sanki annesinin büyük aşkına yaklaşmak istercesine,
Rıza fotoğraflar bastırmış her yere kayıp aranıyor afişleri yapıştırıyor ve polise haber vermişken fuhuş operasyonunda bir kadın Yılmaz'ın (Doğu Demirkol ) adını veriyor. Yılmaz ilk sorguda inkâr etse de bir yerde kıza ve onu sürekli döven aşağılan arkadaşına kızıp, her şeyi anlatıyor. İstanbul’daki son sahne. Bir silah çekilmiş namlu ucu doğrultulmuş bir hicranı ve onu satan genç çocuğu görüyoruz ve silah sesi...
Rıza'nın hikâye kurgusu burada bitiyor ve film ikinci kısma geçiyor. Hicranın penceresi...
Bu arada Caner Cindoruk kısa cıcık yaklaşık elli saniye bir taksi şoförü rolü ile karşımıza çıkıyor. Yılmaz (Doğu Demirkol) taksiye atladığında yine acayip bir diyalogla...
Hicran evine döndüğünde annesi (Melis Birkan), kapıyı açmaz. Yanında bir bavul çaresiz sokakta bekler ama o kadar güçlü duruyor ki çaresizliğini kimseye belli etmiyor ve bakışları sert. Baba Mehmet (Umut Kurt) kızını görünce çılgına dönüyor küfürler savurup darp ederken araya bir iki köylü adam giriyor ayırmak için nedense hiç bir kadın yardıma gitmiyor. Yönetmenin kadrajında bir sahnede anne ağlayıp kızına sokulduğunda, balkonda "Oh! iyi oldu!" dercesine gülümseyen insanlar gösteriliyor. Ne tezattır ki aynı sahnenin öncesinde, kavga anında beyaz tüylü minicik bir köpek kesintisiz havlıyor. Koşuşturuyor ayrılın yapmayın der gibi. O sahnede düşündüğüm şey bu köpeğin nasıl bu kadar güzel role kendini kaptırdığı...
Artık Hicran için dışlanma, hor görülme vakti. Baba hiç konuşmayan sürekli ormana gidip toprak ekip biçmeyle uğraşan, içine kapanık, öfkeli bir adama dönüşür. İşin acıklı tarafı adamın biri küçük iki kızı vardır. Bir bayramlaşma sahnesinde küçük kızı elini öper izin verir, amma velakin sıra Hicran'a geldiğinde eli havada asılı kalır hicrana öptürmez kıymetli ellini. Yönetmenin hemen hemen her filminde yaptığı, kapalı televizyona yansıyan ve hiç konuşmadan anlatılan o sıkıntılı durum ekranda belirir. Zeki Demirkubuz bu çekimleri oldukça seviyor ve aksettiriyor aynaları, camları...
Hicran baba ile evde karşılaşmamak için dedesinden kalma evi temizleyip oturmaya karar veriyor. o esnada el elam ne der temizliği için gelmiş bir kadınlar korosu ( koro diyorum ama tek bir kişi konuşmacı diğerleri onayladığı bakışları ile korodalar) hicranı ikna cabası içinde iken şöyle bir tirat geliyor. "Brad Pitt bile evlensen bir en fazla bilemedin iki sene. Ondan sonra hepsi birbirine benziyor." diye ikna cabası sinema salonun da gülüşmelere sebep oluyor.
Birden bire sahnede Orhan (Cem Davran) beliriyor canlandırdığı en iyi rol ile. Hicran eş adayı ile evlenmiş hızlı geçen bir bölüm. Orhan ile olan sahnelerin tiradı çok iyi ne kadar boş konuşuyor görünsene evli iki insanın aynı yatakta ama ruhları iki ayrı uçurumdan aşağıya salınan ruhları ile cebelleşip duruyorlar. Üstelik Orhan bunu konuşmak düzelmek istese de karşısında duygularını hiç belli etmeyen bir kapı duvar var Hicran.
Aradaki yaş farkı, Orhan'ın onu takip etmesi, kıskançlık itirafları... Hicran'ın geçmişi ve hiç kimseyi tanımadıkları o diyarlara göç etme hali...
Netice; Hicran ne kadar kabullenmiş gibi olmaya çalışsa da maske takmayı reddettiği için kendini belli ediyor ve sanki bunu bile isteye yapıyor ya da bilinmesinden rahatsızlık duymuyor. Sadece sevilmek isteyen Orhan'ın çığlıklarını önemsemiyor haliyle Hicran dedesinin evine geri dönüyor. Annesi ile arası pek iyi değil ve birbirlerinin acılarını yok sayma gibi bir tavırları var. o kadar yaşanan ağır olaylara rağmen anne kız konuşmayı beceremiyor ve o ağır konuları konuşmak yerine, televizyon izlerken yüz yüze bakmadan havadan sudan konuşuyorlar. İzledikleri dizide oyuncunun botoxu gibi boş laflar... Hastalanmış yatarken anne ona bakmaya gelmiş ve ilk defa eski nişanlısını sorduğu bölüm burada nihayet. Rüyasından görmüş
Anneden bir itiraf geliyor meğerse çocuk hapiste iken hep mektup yazmış ve anne korkudan hicrana hiç bahsetmemiş. Şimdi mutlu sona yaklaşma vakti...
Şehrin merkezinde Rıza ile buluşan Hicran donuk dinler eski nişanlısını. Oysa sadece iki sefer görmüşlerdi birbirlerini. Rızanın konuşma metnini aynen aktarıyorum. Dede torununa bir fotoğraf gösterir. (İstanbul’da kayıp aranıyor ile aynı vesikalık)
"iki üç gün sonra dedem gelip ne diyorsun isteyelim bu kızı? diye sordu. Hemen olur dedim. Kız çok güzel. Başka bi hali var. Bununla evlenmeyi kim istemez? dedim ama bu kızın gözleri uzaklara bakıyor, yakınları görmez. Hele benim gibi birini hiç görmez diyemedim.
Takıntılı âşık olduğunu bu noktada anlıyoruz.
"Keşke her şey gönlümüzdeki gibi olsaydı da ona göre yaşansaydı. Olmadı, bundan sonra da olmaz artık herhalde ama gene de üzülüyor. İnsan bir şey olmayacağını bile bile umut besliyor. Her şeye bütün çektiklerine ben sebep oldum."
Hicran ketum tek bir söz söylemeden dinliyor. Lakin eve dönüş yolunda minibüsten indikten sonra annesini sen git ben biraz duracağım deyip orman yoluna sapıyor. Sandım ki babasını arıyor. O sahne de kızda bir ağlama krizi başlar ve hiç susmuyor tam ve 4 dakika 26 saniye boyunca hıçkıra hıçkıra ağlıyor sesli sesli tüm güzelliğini yitirerek salya sümük ağlıyor.
Okuduğu mektupların etkisi mi? Bu masum yüzlü çocuğun anlattıkları mı? pişmanlıkları mı? Bilinmez ama ilk defa duygularını belli eden bir hicran görüyoruz dev ekranda.
Ve son sahne bir bayram sabahı karı koca Hicran ve Rıza evde kızın ailesini ziyarete gidecekler Hicran hamile arabada kız sorar sence babam bu sefer affedecek mi? Rıza elini hicranın karnına koyar bu sefer kesin affedecek ve bitiyor. Sözün kısası hayat onları çetrefilli yollardan geçirip tüm zorlukları yaşatıp, tekrar birleştiriyor.
Filmde kader vurgusu çok yapılıyor. Hicran ve Rıza'nın birbirinin aynısı yekpare sanki aşk büyüsüne benzer, hemhal olduğu bir rüya var mesela. Bu rüya da bir sürahi azına kadar su dolu ve tezgâh üstünde duruyor. Temiz bir bardak arıyorlar ama yok. Tüm mutfak dolabı aranıyor, taranıyor ama o bardak bir türlü bulunamıyor. Mecbur sürahinin hemen yanındaki kendi su içtiği bardağı alıyor. Nedense yıkamak yerine içten bir dua ile iyice temizlenmeye çalışılıyor ve okuyup üflerken su bardaktan dolup taşıyor. Bu rüya filmde ayrı bir muamma duruyor kenarda.
Yönetmen geçiş efektinde ekran kararmasını çok fazla kullanmış bu bana göre rahatsız ediciydi. Bununla birlikte İstanbul kalabalığında hışırtısıyla uçuşan poşet ise beğendiğim bir kısımdı. Televizyon kumandasına filmde sık sık yer veriliyor. Tiratlara gelirsek çok iyi. Yönetmenin en son filmi olan “Hayat” Kader ve Masumiyet filmleri ile aynı haneden geliyor diyebiliriz. Tek fark eski Zeki Demirkubuz filmleri kadar iç karartıcı değildi ama “mutlu sonu” olmasaydı akılda kalıcılığı artardı gibi geliyor bana.
Derkenar: Rıza’nın İstanbul da maskeli dolaşması ve bir sahnede covid yüzünden cenaze kaldırılmadı. Sözleri bu pandemi döneminin filme etkis