Son zamanlarda herkes İstanbul’da yaşamanın zorluğundan söz ederken, özellikle yaşlılar görgü ve adabın azaldığından bahsediyor. Bunun doğruluğuna bende katılıyorken gelin kefeleri birlikte dolduralım. Üstelik anlatacaklarım sadece yarım günde başıma gelenler! Bakalım size de “bu kadar da olmaz” dedirtecek mi? “Sabah saat dokuz da sınavım vardı. Erkenden yola koyuldum. Metroya yürürken bir adam iğrenç bir şekilde yere tükürdü. Midem bulandı adamın bu hareketinden, sessiz kaldığım için de kendimden tiksindim. Sadece uzaklaşırken kendi kendime söylenmekle yetindim. Daha olayın çirkinliğini üzerimden atamadan Metro istasyonunda herkesin suratsız, soğuk ve tatsız olduğunu fark ettim. Kapılar açıldığında en köşede ki yere oturdum ve asık suratlar aynı robot bakışları sürdürmekteydiler. Sanki bir cinayet işlenmiş de herkes ben yapmadım der gibi itici tavırlar takınarak etrafı süzüyorlardı. Bu ortamı yolcular arasındaki bir bebeğin gülüşü bile bozamıyordu. Neyse ki sonrasında duraklardan birinden iki öğrenci bindi ve biri gitarıyla çalarken diğeri de şarkı söylemeye başladı. İnsanlar yine tepkisiz ben gülümseyerek hareketli şarkısına alkışlayarak tempo tuttum. Birden metronun havası değişti başkaları da bu ritme uyum sağlamaya başladı. Şarkıyı söyleyen teşekkür edercesine başıyla selam verdiği sırada ineceğim durağa gelmiştim. İlk sınava girdim ve ikinci sınav saat ikide olduğu için geriye boş üç saatim vardı ve eve dönmeye değmezdi. Bende sınavımın olduğu ilçenin sahiline hiç inmediğimi fark ettim ve görüp keşfetmek istedim. Adeta kayalık görünümünde kocaman taşları olan bir sahilmiş burası. Taşlardan birine oturup denizi seyretmek istedim fakat ne mümkün bira şişeleri, poşetler ve çekirdek birikintileri dağ gibi istiflenmiş üst üste. Tam bir hayal kırıklığı oldu benim için. Her yer çöp içinde. Sinirlendim ve çimenlerin üstünde bir ağacı gözüme kestirip altında oturmaya karar verdim. Uzun zamandır yapmadığım bir şey olduğundan çok hoşuma gitmişti. Bir çift oturmuş kitap okuyordu, yaşlı adam dinleniyordu başka ağacın altında. Bende çantamı başımın altına koyup uzanmıştım çimenlere. Gökyüzüne bakarken rüzgarla sallanan yapraklara bakmak ne kadar da hoştu. Bu anın tadını çıkartalı beş dakika dolmamıştı ki satıcı görünümlü bir kadın elinde çiçeklerle bana doğru geldi. Bense “Seyre dalmıştım âlemi yeryüzünden! Nereden çıktı şimdi bu kadın?” Bağdaş kurar vaziyette düzeltim kendimi. Başladı elime bile bakmadan fal bakmaya “istemiyorum teyze, cebimde de nakit yok, ayrıca falla işim olmaz, sınava gireceğim dinleniyorum.” Yok! bir miktar paramı almadan da gitmedi. Arkasından satıcı bir başka çiçekçi daha… Off diyerek kalktım yeşilliklerden isteksizce! Daha doğrusu mecburiyetten. Hiç sevmemiştim bu ilçeyi. Ruh ve sinir hastalıkları hastanesinin burada olmasını anlamlı bularak yürürken muzip bir tebessüm ettim. Önümde yürüyen yaşlı adam yüksek sesle telefonda konuşuyor. İlerde ne olduğunu bilmediğim, “yasaklı madde” aldığı belli 11 yaşlarında esmer bir çocuk gördüm, içim ezildi. Bugün ne kötü bir gün demeye varmadan bir genç bana bakıp gülümsüyor ben nereye gitsem peşimden geliyor. Nasıl kurtulsam, bir kafeye girip oturdum. Neyse ki kayboldu. Başımı iki elimin arasına aldım bu ne biçim gün, bitsin artık derken, durun daha bitmedi! Kafede iki kişi nasıl kavga ediyor. Üstelik bunlar kafenin çalışanları. Biri kasaya bakan kadın diğeri ise masalara bakan genç garson. Kadın cılız, kıvırcık saçlı, uzun burunlu birisi ve bas bas bağırıyor. Acıdım garsona. Kapıya çıkıp “tamam sen haklısın işine karıştım özür dilerim” diyor. Lakin yine de susmuyor kadın. Ben artık tepki göstermeliyim diye düşünmemle birlikte kadının susması da bir oldu. Kızdım ve yemek yemeden oturdum kafede. Sonrasında ise kadın gelip benden özür diledi. Aksilik kafede tek ben vardım ve burası oldukça bilindik bir işletme, üzüldüm. İstanbul’un yaşanılmayacak bir şehir olmaya başladığına başka kanıt, ispat gerekir mi diye düşünürken bir mucize oldu ve her türlü kirliliğin tek bir güzellik için çekilmeye katlanılacak bir yer olduğunu ispat edercesine yazılı bir söz gördüm duvarda;
Çocuğunu asma köprüde sallayan
bir annedir İstanbul
ki onun
içi süt dolu
biberonudur Kız Kulesi
soğusun diye suya tutulan
Sunay Akın’a ait bu dizeleri defalarca okudum. Ağlayacak gibiyken gülmeye başladım. O yazıdan mıydı bilmem ama öğleden sonraki sınavım güzel geçti. Eve dönüşte vapuru kullanmayı ve kız kulesini seyretmeyi kafama yerleştirmiştim. Yaptım da. Bu sefer vapurda bir kadın çekirdek çıtlatıyor. Çıt… Çıt… Esen rüzgâr onun çöpünü uçurup vapura doldurmuş, yığınla… Denizin kabul etmediğini başka bir adam da kabul etmedi uyardı çöp çıkartanları ve benim dış sesim oldu. Ben de” Bundan sonra bu kadar sessiz kalmayacağım” diye içimden geçiriyordum ve yine elimde Aziz Nesin’e ait okuduğum kitap “Almanya’da insanlar biri yere çöp atsa uyarır. Bizim toplum çok tepkisiz” diye yazıyor. Çevirdiğim sayfada sanki bana ‘’yeter, sakın susma’’ diyor. Tepki gösterip şehri güzelleştirmek mi gerekir bu bozuk düzene inat, yoksa sessiz kalarak onaylayanlardan mı oluyoruz çirkinliği?
Artık gerisi laf-ı güzaf…