İlk yazımda İstanbul maratonuna katılacağımı ve deneyimledikten sonra nasıl geçtiğini anlatacağımı söylemiştim. Geçen sene Dem Derneği sayesinde tam 113 kişi hep birlikte “Koşar Adım Altyazıya” sloganı ile İstanbul Maraton koşuna katılmıştım. Sağır ve işitme engelli bireyler için yürümüştük. Amaç işitsel öğelerin görsele dönüşmesi ile dikkat çekmekti. Bir yandan işaret dili öğreniyor ve sohbet ediyor, bir yandan da dünyanın en güzel işini yapıyormuş gibi hissediyordum. Bu benim ilk yürüyüşümdü ve onlarla birlikte olmak, beni çok mutlu etmişti.
45. İstanbul Maratonunda yine onlara katılmak istemiştim ama yetişemeyince ayrı yürümek zorunda kaldım ve bir şeyler eksik devam ettim koşu tamamlanıncaya değin. Bu benim geçen sene ile ikinci İstanbul Maraton koşumdu. Pazar sabahı saat 08:30’da evden çıktım ve Mecidiyeköy’e otobüslerin kalkış alanına gittim. Geçen yıl metrobüs ile direk yürüyüşün başladığı yere geçiş çok kolay olmuştu. Bu sene yol uzamış ve otobüs bizleri saat 10:30 sularında köprüye gelmeden en az 35-40 dakika yürüme mesafesi ile geride bırakmıştı. Böylece daha başlangıç noktasına gelmeden yorulmuş olduk. Saat 11:00’da orda olmamıza rağmen 12:30’a kadar ayakta aynı yerde bekledik. Bir türlü yürüyüş başlamıyordu. Artık belim kopmuş, acıkmış ve sıkılmış bir vaziyetteydim. En son yolun kenarına oturdum ki sanki benim oturmamı bekliyorlarmış gibi yürüyüş başlatıldı. Ben en sondaydım benim arkamdan trafik açılmış, araçlar peşim sıra diziliydi. Önümde akın akın yürüyen insanlar; arkamda ise ambulanslar, motosikletli polisler... O şekilde yürüyüşü bir buçuk saatte tamamladım. Bu sene aşırı bir baskı vardı. Görevliler megafon ile sürekli bağırıyorlar, ”fotoğraf çekmek için durmayın! Devam edin! Çabuk olun!“ diye sürekli ses gürültüsü yapıyorlardı. Bana göre bu durum o kadar rahatsız ediciydi ki zaten kimseyi de söylenmekten alıkoyamadı. Belki de sona kalınca böyle oluyordu. Yanımda konuşulanlara şahit olduğum durumu aynen aktarıyorum:
Bir çift el ele, gözler pırıltılı, gülümseyerek çok mutlu bir halde yürüyorlar. Görevli kişi “Hızlı yürü” diyor. Kadın, “Ben Bayburt’tan geliyom. Bilin mi sen? Benim acelem yok. Çok istiyorsan sen yürü.” diyor. Görevli ise birden o sinirle, “İnşallah köprü yıkılır hepimiz ölürüz” demez mi! Şimdi görevli kendince haklı sorumlu olduğu bir işi var. Diğer taraftan da yol parası vermiş, şehir değiştirmiş, heyecanla köprüden manzarayı seyrede seyrede yürümek isteyen bir teyze var. Artık kime hak verirseniz…
Bu arada başvurular da anında doldu. Ben o yüzden seneye katılmayıp, uzaktan gelecek olanlar için yer açmayı düşünüyorum. Belki de artık yoruldum ve tekdüze gelmeye başladı. Bırakmaya bahane arıyorum. Herkese sağlıkla mutlu, mesut yürüyüşler…
Nilgün Belgün'le Aşk ve Komedi
Sokakta on kişi çevirip sorsanız, her on kişiden dokuzu Nilgün Belgün’ün enerjisine ve gülüşüne hayrandır. Televizyon da bir sohbetine denk gelseniz öyle komik anlatıyor ki her şeyi, sanırsınız stand-up gösterisi yapıyor ve bir bakmışsınız kendinizi onu seyretmekten alıkoyamıyorsunuz. Ara başlıkla aynı ismi taşıyan oyunu merak edip görmeye gittim. Tam olarak hangi kategoriye giriyor bilemedim. Tiyatro mu, müzikal mi, danslı gösteri mi? Siz ne söylerseniz ne yakıştırırsanız o olur. Yıllarca Kabare Oyunlara emek vermiş Tiyatrocumuz kendi hayat hikayesinden yola çıkarak daha önce kitabını yazdığı hikayesini sahneye uyarlamış ve sanatseverlerin beğenisine sunmuş. Şarkılar da sesini beğenmesem de musikişinas bir kadın olduğu için oldukça samimi ve şirin geliyor sahnede. Esprilerini en yakınlarından bulmuş. Ebeveynlerinden, eşlerinden…
Görülmeye değer. Salonda gülenler oldukça fazlaydı…
Bir de tiyatroda çalışanlar, görevliler o gün çocuklu ailelerin yaş sınırlamasına dikkat edip fuayene alanından geçirmeselerdi… Çünkü oyun sırasın da bir çocuk ciyak ciyak ağlıyordu. Nilgün Belgün de duydu ve rahatsız olup en son uyardı. “Bu çocuklara uygun bir oyun değil, lütfen çıkar mısınız? “ diye. Gerçekten bunu idrak edemeyen tiyatro severler olmamalıydı…
Bir de Sinema: Dolunay Katilleri
Geçtiğimiz Cuma günü çok sevdiğim Usta yönetmen Martin Scorsese’nin son filmi olan ‘Dolunay Katilleri’ (Killers of the Flower Moon) filmini seyretme sansım oldu. Film o kadar gösterişten uzak yalın anlatılmıştı ki; sevmemek elde değil! Irkçılığa yapılan zulmü hiç öfke ile dolmadan seyrettim. Ki ben kendimi bu konuda oldukça dolduran biriyim.
Filmin konusu: Önceleri âtıl kalmış beğenilmeyen topraklardan fışkıran petrol ile birdenbire zenginleşen Osage halkını ve o değeri artan topraklara üşüşen, aç gözlü beyazların neleri göze alabildiklerinin hikayesi. Düşünün ki katil olmak bile var bu göze alınanlarda. Üstelik defalarca… Önce yerliler ile evleniyorlar, sonra ilaçlar vererek hasta ediyorlar. 100 yıl önce yaşanmış gerçek bir hikâye. Kitaptan uyarlanan bu film, çıkarları uğruna insanlıktan ne kadar çıkıldığını ve çirkinleşip, sınırları nasıl aştığının bir göstergesi...
Yönetmenimiz, Osage Cinayetlerini …masaya yatırıyor… Ve olayları bir de katillerin gözünden nasıl yaşandığını, farklı bakış acısıyla, geniş penceresinden bizlere izletiyor.
Martin Scorsese’nin en favori oyuncuları yine rollerini kapmışlar. Robert De Niro ve Leonarda DiCaprio. Film gereğinden uzun. Tam üç buçuk saat… Filmde yönetmen kendisini de gösteriyor hem de radyo piyesi olarak tüm cinayetleri anlatırken. Leonardo DiCaprio ilk başlarda bana tutuk geldi ama filmi izledikçe anlıyorum ki bu rol için gerekliydi. Ayrıca çene hareketleri ve konuşma tarzı bana Marlon Brando’ yu hatırlattı. Sizce de benziyor mu?
Ve Mollie’yi canlandıran Lily Gladstone… Köklerine bağlı ve çok fazla konuşmayan yaşlı annesi ile yaşayan hisli, asil bir kadın. Onunla birlikte başrolü paylaşan Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı Ernest Burkhart... İkilinin aşkı ile aile etrafında dönen entrikalar ve can kıyımları… Filmi izlemek isteyenler için çok detaya girmek istemiyorum. Müziklerini bizim doğu ve güneydoğu müziklerine çok benzettim. Erbane, bendir, def çalınıyor gibi gümbür gümbür bir müzik…. Ritmi tanıdık. Filmde en ilgimi çeken sahne cenaze törenlerin de halkın tabut üzerine koydukları elma ve ölmeden önce sadece kendilerine yani ölecek olana görünen baykuş...
Yerlilerin Amerikan vatandaşlarıyla eşit olmadığı bir 1920’li yılların, Oklahoma’da yaşanan dünyasında bir söz beni ürpertiyor (üzerinde giydiği yerli Kızılderili halkın yöresel hırkasını kastederek) bu battaniye bizi öldürüyor. Bu söylem beni derinden etkiledi. Yönetmen, Scorsese bir ara bizleri gökyüzüne çıkartıp patlama sonrası kuş bakışı olan biten her şeyi gösteriyor. O an da bir ağaç dallarında asılı kalmış bir yatak. Bu cinayetleri vicdanen bize sorgulatıyor. Ve ister istemez soruyorsunuz bu insanlar neden yataklarında huzurla uyuyamıyor?