Geçtiğimiz hafta Bostancı Gösteri Merkezi'nin hemen önündeki lunaparka gittim. Tek başıma değildim. Yanımda "Doğa da bir mola" ekibinde tanıştığım arkadaşlarım vardı ki; size daha sonra bu ekipten ve yaptıkları etkinliklerden de ayrı bir yazı ile bahsedeceğim. Onlar sayesinde bu lunaparka gitmiş ve çocukluğumda nasıl hissettiğimi anımsamış oldum. Başlangıçta sadec üç bilet satın aldım ve her ne kadar bu üç biletin yeterli olacağın düşünsemde, gerçekte öyle olmadı ve tam dokuz bilet daha satın aldım. Birer sefer bindiklerim; atlıkarınca, dönme dolap, kamikaze, korku tüneli, gondol ve ikinci sefer geri döndüklerim; çarpışan arabalar ve ahtapot. Lunaparkta bulunan oyuncakların isimlerini böylece bir yâd edelim istedim. İlk önce hangisinden başlasak diye bakınıp duruyorduk. Sefa, gidip en korkunç olanı seçti: kamikaze... Toplam da üç kişi vardı onu seçen ve dördüncü kişi gelmez ise oyuncak çalışmıyordu. Kamikaze, Japonca bir kelime ve anlamı düşmana, uçağıyla dalış yapan pilot demekmiş. Sahiden ölüme gidiyorsun gibi hissettiriyor. Deli cesareti bir şey onu seçmek. Herkes birbirine bakıyor "hadi, hadi "diye, dördüncü kişiyi yüreklendiriyordu. Ben de o dördüncü kişi olmayı seçtim ve baş aşağı sallanırken yerde bekleye düşmana iniş yapan dört pilottan biri olarak; bunu sahiden de çok istediğimi fark ettim.
Sıra geldi ikinci oyuncağa. Dönme dolapta sohbet ederken, sevgilisine evlenme teklifi etmek için en yüksekte, dönme dolabı durduranlar vardı diye gülüşüyoruz. Ne aşk! Rengarenk parkta bunu düşünmek... "Sen yeter ki çocukluk yap; gönlümde salıncağın hazır" dercesine benimle evlen ve hep eğlen mesajı veriyorlar belki de kim bilir.
Hiç kimsenin binmeye cesaret edemediği oyuncak, zincirli salıncaktı. Sanki diğerleri çok güvenilirde onun paslı zincirleri kopacak izlenimi veriyordu. Bizim ekip dahil diğer tüm insanlar da onu tercih etmiyordu. Lunaparkta kaldığımız tüm süreç boyunca zavallım, hilkat garibesi gibi yalnızlığına gömülmüş, tek başına dönmeye devam etti.
Büyükdükçe ve yaş aldıkça neden uzaklaşıyoruz çocukluğumuzdan? Neden çoğunluğa ayak uydurmak zorunda kalıyoruz yada ağır başlı olmak zorunda? Ben çocuğuyla birlikte salıncakta salınan anne, babalara bayılıyorum. Seksen yaşında olup tahterevalliye binen yaşlı çiftlere de… Her zaman hayranımdır ruhu çocuk olanlara.
Kendinizi yüreği katı, iyice herşeyden bıkmış, öfkeli ve berbat hissediyorsanız hemen kendinizi bir lunaparka atın. İçinizdeki değişime inanamayacaksınız!
Bindiğiniz herhangi bir oyuncakta yukarıya, daha yukarıya çıktıkça ve en tepede çığlık atma isteği kesinlikle ruhunuza şifa olacaktır. Çalan müziği daha farklı duyacağınız kesin. Mesela biri korkuyordu Ahtapota binmeye ve tam inip kaçıyordu ki "Nereye" diye bağırdım. " Bin! Çabuk! " Zorla çağırdığım kişi, baktım ellerini serbest bırakılmış yukarıda, şarkıya eşlik ediyor, bacaklar salınıyor. Ben ise henüz öyle bir rahatlık hakkı tanınmamış ellerimle sımsıkı tutuyorum demirleri. Ona bakıyorum damarlarına kadar eğlencenin ritmine bırakmış kendini. Müziğin temposuyla bir sağa, bir sola gidiyor elleri kolları. İndiğimiz de yanakları kızarmış, kalbi küt küt atıyor ve mutluluktan çipil çipil gözlerle "iyi ki çağırdın!" beni diyor başkada bir şey demiyor. Ahtapottan indiğimizde gururla sarıldık birbirimize.
O yüzden bu konuda kendimizi tanımıyoruz ve bilmiyoruz, bizi ne mutlu eder? Ne kadar dayanıklıyım? Yüksekten korkar mıyım? Biraz rahat olsak bıraksak kendimizi ve görsek çığlığımızın son tizi ne kadar yükseğe çıkar. Bırak! Bağır! Kork ve yahut korkma! Susma ve olabildiğince gül!
Şimdi aklımda lunaparka bir kez daha gitme fikri var. Bu sefer, üstüme çizgi film karakterli polarımı, pembe çoraplarımı giyip saçlarımı yanlardan iki örgü yapıp öylece gitmek... Velhasıl çocuklaşabildiğim kadar çocuklaşmak ve finali pamuk şeker yiyerek bitirmek... Hadi hep birlikte çocuklaşalım...
Sahi siz en son ne zaman bir lunaparka gittiniz?
Son olarak Lunapark ile ilgili üç tane önemli yazıyı paylaşmak ve yazımı bu sözlerle bitirmek istiyorum:
“Kırgınlığım lunaparkta unutulmuş bir çocuğun nefreti kadar. Sorun atlıkarıncalar değil, arkamdan dönüp duran dönme dolaplar.” Sunay Akın
“İzin verirlerse seni de beklerim. Hani bir gülümsemen vardır, sanki İstanbul. Gözlerin gözlerimi bulur bulmaz, içimde bütün şehir atlıkarınca gibi.” Attila İlhan
“Sanki kar yağışlarının ardından, uzun süren kar yağışlarının ardından, sevimsiz bir lunaparkta, kimsesiz bir atlıkarıncaydım.” Edip Cansever
Derkenar: İlaveten Sezen Aksu’nun “Lunapark” isimli bir şarkısı var. Yazıyı okumayı bitirir bitirmez bir de onu dinlemenizi tavsiye ederim. Melodisi çok güzel…
Teşekkürler Selda hanım. İyiki varsınız. Mutlu olmaya, mutluluklara vesile olmaya devam ❤️✅
Kalemine sağlık.. ne zaman pamuk şeker yiyoruz...
Ne güzel yapmışsın yaşadıklarımızı yazarak sevgili iç sesim :) ve fotoğrafımız süslemiş güzel yazını bayıldım, teşekkürler Selda hanımcım :)
Yazılarınız devamı bekliyoruz